Semerci Dükkânı
Ulu Camiden, Kıbrıs Meydanı’na
kadar aynı caddede yanı yanına dizilmiş olan dükkânların; birkaç telefoncu ve
bir iki giyim kuşam dükkânını saymazsak hepsinin yiyecekci dükkânı olduğunu ilk
defa fark ettim Emmi. Mayıs ayının henüz başları olmasına rağmen, mayıstan
beklenmedik bir sıcak vardı çarşıda. Bu beklenmedik sıcağa; paçacı, kebapçı, dönerci,
tatlıcı, çörekçi dükkânlarının yaydığı ve şekerci dükkânlarının leblebi veya
çekirdek kavurma makinelerinden çıkan kokular, dükkânların önünde bağırarak
müşteri çağıran insanların ve caddeden geçmekte olan arabaların gürültüsü de
eklenince, çarşı bir demlik çekilmez olmuştu.
Anlattığım gün Ramazanın üçüncü
günü ikindiüstüydü Emmi. Çarşıda dolaşan insanların bir grubu birbirine
benziyordu; suratları buruşuk, adımları yavaş, baktıkları yere anlamamış gibi
uzun uzun bakıyorlardı. Arada anlamsız bir şekilde tebessüm edenler de vardı.
Hülasa oruç tuttukları her hallerinden belli oluyordu bunların. Diğer grubu
anlatmaya gerek yok; bildiğin şen-şakrak, kimi lokantalarda yemek yiyor, kimi
sigarasını içiyor. Nasıl olsa soracaksın Emmi, evet ben de oruçluydum. Veli
Hocamın zahire dükkânından, evde eksik olan bir kısım zahireleri almak için çıkmıştım
evden, iftara daha çok zaman var diye çarşılarda vakit geçiriyordum.
Bakırcı Çarşısı’ndan Çarşıbaşı’na
çıkarken bir semerci dükkânında senin cezbeli güllerden biri gözüme rast geldi.
Durup durmamakta tereddüt etmeme rağmen kendimi bir anda dükkânda buldum. Selam
verip vermediğimi bilmiyorum Emmi. Semerci dükkânında öyle birini yakalamışım
ki aklım başımdan gitti. Selamı-kelâmı unuttum.
Bu dükkânların dış cephesini
belediye yaptırmıştı; bütününün dış görünüşleri aynı yalnız büyüklükleri
farklıdır. “Nereden ışık giriyor, nereden
rüzgâr alıyor.” diye laf bekleme Emmi. Sokağın üstü komple kapalı olduğu için
dükkânların güneş alma, kapı girişlerine asılarak bir nevi teşhir edilen
malların rüzgârda sallanma gibi bir durumu yok. Girdiğim dükkânın sahibi -daha
doğrusu benim sahibi zannettiğim kişi- yüzü o dosta dönük, yani bizin cezbeliye;
ilk bakışta sırtını duvara yaslamış hissi vermesine rağmen, dikkatli bakıldığında
duvarla sırtı arasındaki mesafe fark edilecek bir şekilde oturuyor. Belli bir
açı ile kesip alıştırmış –arada boşluk bırakılmadan yapıştırılmış- olduğu iki
tahtayı henüz birleştirmiş, çivisini çakmış, istediği güzellikte olup
olmadığını kontrol ediyor. Birleştirmiş olduğu tahtaların fazlasını el
planyasıyla yavaş yavaş düzeltiyor. Semer iskeleti yapıyor senin anlayacağın.
Dükkânın dışında, büyüklüğüne bakılırsa muhtemelen bir katır semeri duruyor. İçeride
sağ köşede tamamen bitmiş ve üst üste konmuş semerler, onların üzerinde eşek
sıpaları (!) için oyuncak olarak yapılmış küçük küçük semercikler var. Dükkânın
bir tarafında da semer yapımında kullanılan çeşitli tahtalar, keçeler ve
berdiler… Yani semere şekil ve yumuşaklık veren otlar bulunuyor. Hani var ya
“Boşan da semerinin otunu ye” lafı, hah işte o otlar Emmi.
Dükkâna girmeme vesile olan dost
semerci ustasının karşısında, girişte kapının hemen sağında bir hasır taburede
oturuyor. Ömrüm boyunca otururken hep ayak ayaküstünde gördüğüm dost, iskemlede
ayak ayaküstüne atmadan; iki dizi aynı hizada, sol eli sağ bacağının üstünde,
sağ eli sol elinin bileğinden kavramış gibi öylece duruyor.
Kapının eşiğine çömeldim:
-Kendine semer mi alıyorsun bilmem
kim abi, paran yetişmiyorsa para vereyim, dedim Emmi?
İskemlenin üzerinden bana doğru dönüp:
-N’otuyon dedi.
Sonra ikinci defa tekrar ettim,
“Kendine semer… Yine “N’otuyon” dedi. Hal bu ki beni görür görmez elini eline
vurup, bir ayağını yerden kaldırıp, öbürünü dizden bükerek çayıra çıkmış
pehlivan misali coşmalıydı. Kolumdan bir çimdiklik incitmeden tutup, “seni
bekliyordum” demeliydi. Gâh beni semerlerin olduğu yere doğru çekmeye
çalışmalı, gâh oradan eline geçirdiği bir ip veya tahta ile semer ölçüsü almak
için uğraşmalıydı. Ustaya dönüp gâh “Semerinin önünü geniş yap, omuzlarını
yağır –yara- etmesin”, gâh “pandılına boncuk takmayı unutma”, gâh bana dönüp
sırtında semerle ağnanma –toprağa yatıp debelenme- diyerek zevkten dört köşe
olmalıydı.
İşin rengini ikinci “N’otuyon”dan
sonra anladım Emmi. Bir an tereddüt etmedim de değil doğrusu. Dönerse yüzüne tekrar
bakayım diye geçirdim içimden. Ve döndü. O kadar temiz bir gömlek vardı ki
sırtında ve o kadar güzel bir koku yayıyordu ki elim elime, dilim dilime
dolaştı.
İkinci “N’otuyon” lafı öyle bir
çıkış çıktı ki ağzından, benim laflarımın o dükkâna ait olmadığını o anda
anladım. Ağzımdan çıkan kelimelerin, içeriyi dolduran akıl erdiremediğim bir manevi
güç tarafından dışarı itildiğini, dükkâna hiç sokulmadığını fark ettim. Hangi
eşeğin sırtına ne zaman ve nerede vurulacağı belli olmayan, semerin kaşını yapan
semerci ustasının başı bir an, kaş yaptığı tahtalardan kalktı, tekrar indi. Göz
göze gelemedik ama nasıl baktığını hissettirdi bana. O bakışla, o da “N’otuyon”
dedi Emmi. Her şeye rağmen dostun sorusundan hâl hatır soruyormuş gibi bir mana
çıkartmıştım. Ne yapıyorsun, nasılsın der gibi anlamak istemiştim. Ustanın
bakışı ve “N’otuyon” demesi çok farklı geldi bana Emmi. Sanki “Sen ne
yapıyorsun, ağzını topla.” dermiş gibi bir baş kaldırıştı o. Benim nereden
aklıma gelecek amma semerci ustası, sanırım içinden Besnili Sıtkı Efendi’nin şu
beytini geçirdi, kafasını indirip kaldırdığında Emmi:
“Bülbüle bir tuzak kurduk
Semerli Bir eşek düştü.”
O andan sonra söyleyecek bir söz,
cümle kurmak için bir kelime aradım bulamadım zihnimde. Dükkânın içinde
bakabileceğim, gözlerimin yükünü yıkabileceğim bir yer, bir nesne bulmaya
çalıştım, yok. Baktığım yeri kirletiyormuşum gibi bir his gelip, gözlerime
tebelleş oldu. Her zaman yaptığım gibi cüzdanımdan bir para çıkartıp dosta
verdim. Kırk yıldır aramızdaki bu para verip alma işi şöyle olur: Ben sağ
elimle ortadan ikiye bükülmüş kâğıt parayı kendisinin bana yakın olan avucuna,
sol elime göstermeden koyarım. O, aldığı parayı bir kere daha katlar genellikle
gömleğinin çengelli iğne ile tutturduğu döş cebine veya şalvarının cebine
kimseye göstermeden koyar... Bu iş olurken birbirimize bakmaz, göz göze
gelmeyiz. Yani kim para verdi, kim aldı belli olmaz.
Semerci dükkânının eşiğinde
verdiğim parayı iki ucundan tutarak şöyle göz hizasına kadar kaldırdı. Kendince
birkaç saniye elindeki paraya baktı, sonra dönüp bir de bana baktı. O birkaç
saniye içinde şekilden şekle, halden hale girdim Emmi; ya parayı geri verirse?
Vermedi. Katlamadan öylesine
şalvarının cebine koydu.
Dersimi almış bir vaziyette buruk
bir sevinçle ayrıldım semerci dükkânından.
Yorumlar
Yorum Gönder