Ana içeriğe atla

DÜKKÂN MEKTUPLARI-22 / Hasan KEKLİKÇİ


Semerci Dükkânı

Ulu Camiden, Kıbrıs Meydanı’na kadar aynı caddede yanı yanına dizilmiş olan dükkânların; birkaç telefoncu ve bir iki giyim kuşam dükkânını saymazsak hepsinin yiyecekci dükkânı olduğunu ilk defa fark ettim Emmi. Mayıs ayının henüz başları olmasına rağmen, mayıstan beklenmedik bir sıcak vardı çarşıda. Bu beklenmedik sıcağa; paçacı, kebapçı, dönerci, tatlıcı, çörekçi dükkânlarının yaydığı ve şekerci dükkânlarının leblebi veya çekirdek kavurma makinelerinden çıkan kokular, dükkânların önünde bağırarak müşteri çağıran insanların ve caddeden geçmekte olan arabaların gürültüsü de eklenince, çarşı bir demlik çekilmez olmuştu.

Anlattığım gün Ramazanın üçüncü günü ikindiüstüydü Emmi. Çarşıda dolaşan insanların bir grubu birbirine benziyordu; suratları buruşuk, adımları yavaş, baktıkları yere anlamamış gibi uzun uzun bakıyorlardı. Arada anlamsız bir şekilde tebessüm edenler de vardı. Hülasa oruç tuttukları her hallerinden belli oluyordu bunların. Diğer grubu anlatmaya gerek yok; bildiğin şen-şakrak, kimi lokantalarda yemek yiyor, kimi sigarasını içiyor. Nasıl olsa soracaksın Emmi, evet ben de oruçluydum. Veli Hocamın zahire dükkânından, evde eksik olan bir kısım zahireleri almak için çıkmıştım evden, iftara daha çok zaman var diye çarşılarda vakit geçiriyordum.

Bakırcı Çarşısı’ndan Çarşıbaşı’na çıkarken bir semerci dükkânında senin cezbeli güllerden biri gözüme rast geldi. Durup durmamakta tereddüt etmeme rağmen kendimi bir anda dükkânda buldum. Selam verip vermediğimi bilmiyorum Emmi. Semerci dükkânında öyle birini yakalamışım ki aklım başımdan gitti. Selamı-kelâmı unuttum.

Bu dükkânların dış cephesini belediye yaptırmıştı; bütününün dış görünüşleri aynı yalnız büyüklükleri farklıdır.  “Nereden ışık giriyor, nereden rüzgâr alıyor.” diye laf bekleme Emmi. Sokağın üstü komple kapalı olduğu için dükkânların güneş alma, kapı girişlerine asılarak bir nevi teşhir edilen malların rüzgârda sallanma gibi bir durumu yok. Girdiğim dükkânın sahibi -daha doğrusu benim sahibi zannettiğim kişi- yüzü o dosta dönük, yani bizin cezbeliye; ilk bakışta sırtını duvara yaslamış hissi vermesine rağmen, dikkatli bakıldığında duvarla sırtı arasındaki mesafe fark edilecek bir şekilde oturuyor. Belli bir açı ile kesip alıştırmış –arada boşluk bırakılmadan yapıştırılmış- olduğu iki tahtayı henüz birleştirmiş, çivisini çakmış, istediği güzellikte olup olmadığını kontrol ediyor. Birleştirmiş olduğu tahtaların fazlasını el planyasıyla yavaş yavaş düzeltiyor. Semer iskeleti yapıyor senin anlayacağın. Dükkânın dışında, büyüklüğüne bakılırsa muhtemelen bir katır semeri duruyor. İçeride sağ köşede tamamen bitmiş ve üst üste konmuş semerler, onların üzerinde eşek sıpaları (!) için oyuncak olarak yapılmış küçük küçük semercikler var. Dükkânın bir tarafında da semer yapımında kullanılan çeşitli tahtalar, keçeler ve berdiler… Yani semere şekil ve yumuşaklık veren otlar bulunuyor. Hani var ya “Boşan da semerinin otunu ye” lafı, hah işte o otlar Emmi.  

Dükkâna girmeme vesile olan dost semerci ustasının karşısında, girişte kapının hemen sağında bir hasır taburede oturuyor. Ömrüm boyunca otururken hep ayak ayaküstünde gördüğüm dost, iskemlede ayak ayaküstüne atmadan; iki dizi aynı hizada, sol eli sağ bacağının üstünde, sağ eli sol elinin bileğinden kavramış gibi öylece duruyor.
Kapının eşiğine çömeldim:

-Kendine semer mi alıyorsun bilmem kim abi, paran yetişmiyorsa para vereyim, dedim Emmi?

İskemlenin üzerinden bana doğru dönüp:

-N’otuyon dedi.

Sonra ikinci defa tekrar ettim, “Kendine semer… Yine “N’otuyon” dedi. Hal bu ki beni görür görmez elini eline vurup, bir ayağını yerden kaldırıp, öbürünü dizden bükerek çayıra çıkmış pehlivan misali coşmalıydı. Kolumdan bir çimdiklik incitmeden tutup, “seni bekliyordum” demeliydi. Gâh beni semerlerin olduğu yere doğru çekmeye çalışmalı, gâh oradan eline geçirdiği bir ip veya tahta ile semer ölçüsü almak için uğraşmalıydı. Ustaya dönüp gâh “Semerinin önünü geniş yap, omuzlarını yağır –yara- etmesin”, gâh “pandılına boncuk takmayı unutma”, gâh bana dönüp sırtında semerle ağnanma –toprağa yatıp debelenme- diyerek zevkten dört köşe olmalıydı.

İşin rengini ikinci “N’otuyon”dan sonra anladım Emmi. Bir an tereddüt etmedim de değil doğrusu. Dönerse yüzüne tekrar bakayım diye geçirdim içimden. Ve döndü. O kadar temiz bir gömlek vardı ki sırtında ve o kadar güzel bir koku yayıyordu ki elim elime, dilim dilime dolaştı.

İkinci “N’otuyon” lafı öyle bir çıkış çıktı ki ağzından, benim laflarımın o dükkâna ait olmadığını o anda anladım. Ağzımdan çıkan kelimelerin, içeriyi dolduran akıl erdiremediğim bir manevi güç tarafından dışarı itildiğini, dükkâna hiç sokulmadığını fark ettim. Hangi eşeğin sırtına ne zaman ve nerede vurulacağı belli olmayan, semerin kaşını yapan semerci ustasının başı bir an, kaş yaptığı tahtalardan kalktı, tekrar indi. Göz göze gelemedik ama nasıl baktığını hissettirdi bana. O bakışla, o da “N’otuyon” dedi Emmi. Her şeye rağmen dostun sorusundan hâl hatır soruyormuş gibi bir mana çıkartmıştım. Ne yapıyorsun, nasılsın der gibi anlamak istemiştim. Ustanın bakışı ve “N’otuyon” demesi çok farklı geldi bana Emmi. Sanki “Sen ne yapıyorsun, ağzını topla.” dermiş gibi bir baş kaldırıştı o. Benim nereden aklıma gelecek amma semerci ustası, sanırım içinden Besnili Sıtkı Efendi’nin şu beytini geçirdi, kafasını indirip kaldırdığında Emmi:

“Bülbüle bir tuzak kurduk
Semerli Bir eşek düştü.”

O andan sonra söyleyecek bir söz, cümle kurmak için bir kelime aradım bulamadım zihnimde. Dükkânın içinde bakabileceğim, gözlerimin yükünü yıkabileceğim bir yer, bir nesne bulmaya çalıştım, yok. Baktığım yeri kirletiyormuşum gibi bir his gelip, gözlerime tebelleş oldu. Her zaman yaptığım gibi cüzdanımdan bir para çıkartıp dosta verdim. Kırk yıldır aramızdaki bu para verip alma işi şöyle olur: Ben sağ elimle ortadan ikiye bükülmüş kâğıt parayı kendisinin bana yakın olan avucuna, sol elime göstermeden koyarım. O, aldığı parayı bir kere daha katlar genellikle gömleğinin çengelli iğne ile tutturduğu döş cebine veya şalvarının cebine kimseye göstermeden koyar... Bu iş olurken birbirimize bakmaz, göz göze gelmeyiz. Yani kim para verdi, kim aldı belli olmaz.

Semerci dükkânının eşiğinde verdiğim parayı iki ucundan tutarak şöyle göz hizasına kadar kaldırdı. Kendince birkaç saniye elindeki paraya baktı, sonra dönüp bir de bana baktı. O birkaç saniye içinde şekilden şekle, halden hale girdim Emmi; ya parayı geri verirse?
Vermedi. Katlamadan öylesine şalvarının cebine koydu.

Dersimi almış bir vaziyette buruk bir sevinçle ayrıldım semerci dükkânından.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜKKÂN MEKTUPLARI-11 / Fazlı BAYRAM

Sevgili Ferhat Ateşin başındaki pervaneler gibi toplanırdık Yemen Türküsü’nün etrafına. Halkamızda köz, barut, silah, ilim, fikir, çiçek, çile, daha neler vardı değil mi hatırlarsın sen de. Mektubunu gördüğüm o sabah eyvah dedim, kaç gün olmuş mektup yazılalı benim haberim yok. Esef ettim böyle bir mektuptan günlerdir mahrum oluşuma. En son Ahmet Abi’nin mektubunu almıştım yıllar önce. Aldığım ilk mektup da ondandı çilehanede. Hatırlarsın halkanın köşe taşlarından biri iki sadık arkadaştı. Sen onları gitti sanınca bu senin içine oturmuş belli ki bana sarmışsın sen de. Sar sorun değil iyi oldu hatta sevindim. Ama Bir Sadık Arkadaş aramızda yoksa halka kopardı, koparmadılar, halka tamdı. Neyse işte tam etrafında halka olduğumuz, pervane pervane bir sen bir ben bir sıradakinin düştüğü ateşten Yemen vardı ya yanarak içimizi aydınlatan. Hah işte o Türküyü az önce Ali Fuata çaldım Meryem de dinledi. Neredeyse ağlıyordum, inanırsın, zor tuttum kendimi. Türkü yarım kaldı. Bir gün halka

DÜKKÂN MEKTUPLARI-34 (BUJİYE ELEKTRİK GELDİ AHMET ABİ)/Fazlı Bayram

Bu yanmaya hazır kalbe çıngı çarpması gibi Ritmik bir vâroluşun gereğinin yerine gelmesi Ya da kalbin tüm mevcudatla fark olması…   Macera, ACY nam kişi de olarak bilinen Ahmet Cihat Yıldızın, hurdalıktan çıkardığı bir motosiklete yeni bir şekil, yeni bir yüz ve yeni bir gövde takarak kullanıma hazırladığı ve iş görecek hale getirdiği motosikleti, tamamlamasıyla başladı. Ahmet Cihat uzun ve yorucu uğraşlar sonucu motosikleti tamamlamıştı fakat iki sorun vardı; birisi motosikletin egzozunun kaybolması, diğeri ise motosikletin çalışmıyor olmasıydı. Ahmet Cihatın talebi, ‘Kimseye Söylemeyenler’in de teşviki üzerine motosikletten kısmen anlayan biri olarak işe koyuldum. Önce bir egzoz temin etmek gerekirdi. Ahmet Cihat Mersin ilinde ve yöresinde benzer egzoz bulamadığını söyleyince, Kahramanmaraş’taki hurdalıkları ve tamircileri dolaşmaya başladım. İlk gün egzoz bulamamıştım. Bildiğim tanıdığım birçok esnafa uğramama rağmen aradığımız egzoz bulunamamıştı. İkinci gün yine aldığım ye

DÜKKÂN MEKTUPLARI-33 (Dükkân İlhamı) / Resul BAYRAKTAR

Bulanık Bulanık dumanlar yükseliyor Tütünler tekrar tekrar yuvarlanıyor Damarlar üşürken, yürekler ısınıyor Uykuya dalıyor zaman Muhabbet ortamına kavuşuyor Dükkânın yanık sesli Mağrur duruşlu efendisi Mehmet Yaşar Kelimelerinden ustalık taşar Güzel sesi kulaklardan aşar Taltif edemez Ahmet abi Görüşü hep onura etmeye tabi Özetler sohbeti hamur gibi karar Şifa olur sesler gönlümüze yarar Cesur bir mizaç görünüyor Duyuluyor naif sesi Beliriyor dükkânın mütevazı Türküdar'ı Emeğin asil ve koca çınarı Şuaraların fahri başkanı geliyor Bir konuya atıfta bulunuyor Her koldan bir ses büyüyor Ferhat Abi ağzında Besliyor bir kelamı Bulanık Bulanık dumanlar yükseliyor Tütünler tekrar tekrar yuvarlanıyor Damarlar üşürken yürekler ısınıyor Uykuya dalıyor zaman Kapısı çeliktir dükkanın ve de korunaklı Eşssiz hikayeler yazar Hasan Emmi her biri dokunaklı Sayın Ejderha ısıtır yürekleri sözler saçar Yoldaki kalemlerde ufuklar açar Bulanık Bulanık dumanlar yüksel